4 Ağustos 2016 Perşembe

Yola Düşen


içim ey içim bu yolculuk nereye
                           cahit zarifoğlu


Kitapları toplayarak başlıyorum hep. “Bunları kutunun altına, bunlar çantada durmalı her an okunmaya hazır olmalılar” bir de bakmışım çantada kitaplardan başka bir şeye yer kalmamış. Kitapların taşınmasının her şeyden daha önemli bir tarafı olduğu aşikâr. Bir çok şeyi geride bırakmaya hazırlandığım zamanlarda kitapları yanıma almaya gösterdiğim özen, dört tarafı mamur bir aidiyet sahibi olmaya yatkınlığımdan kaynaklanıyor. Aidiyet sahibi olana dek hiçbir sokakta sabitlenilmiyor.

Göç etme hissiyatı bütün duvarları atlayan bir bakışa sahip olmaktan başka bir şey olamaz. Keşkelerle avunmayan, vakitsiz ve yenilgilerle bezenmiş bir havsalanın çaresiz kalmamak adına her gün yeni bir serüvene atılmasıdır mekan değiştirmek. Nereye bakarsa baksın uçsuz bucaksız bir gökyüzü görüyorsa insan, hangi duvara bakarak tatmin olabilir? Muhayyilesinde derin çatlaklar biriktiren kim varsa yola düşüyor zaman zaman. Yol eskiye nazar değdirmeden ilerlemenin kesif korkularını taşıyor. Bir dala, bir ele, bir yâre tutunamamanın, dünya ile hesaplaşamamanın büyüttüğü bir terk etme duygusu sarıyor insan aklını.

Zaten kalıcı değildim ben burada. Koskoca evin sadece bir odasını uyumak için kullanıyordum. Yatağın kenarında dururdu kitaplar. Sağda solda kahve bardakları. Özensiz mutfak aletleri, kolay yemekler, bol kahve. Neyin bedeli olduğu anlaşılmayan izler duvarlarda. Misafir geleceğini düşünmedim hiç. Bir ev yapısı kazandırmak için uğraşmadım. Gelip gidenler oldu evet. Yalnızlığı birlikte yaşamak için gerekli dostlar. Birlikte değil ama bir arada. Bulunduğum hiçbir evin içinde bir yılı doldurmamış olmamın hüzünlü olması beklenir belki. Ama değil. Çünkü aldığı nefesten sorumludur insan. Hiçbir şey karşılığı ödenmediği halde yüksek bir fiyat biçilebilir değildir. Bir dizenin peşinde günlerce uykusuz kalmak gibi. Göğsünde dinmeyen bir ağrı taşımak gibi. Böyle böyle anladım denizin vazgeçilmezliğini. Bütün sabahları sevmeyi böyle böyle öğrendim. Şarkıların sırasını karıştırmamayı.

Geldiklerini duyuyorum. Üzerimde tan yerinin olanca ağırlığı. Badem çiçekleri geçiyor pencere önünden. Titriyor her şey, çınlıyor kulaklarım. Üzerimde bir sûreye uzanan yaban hırıltıları. Geldiklerini biliyorum. Geliyorlar, bacaklarımda dermansızlık oluyorlar. Annemin dualarından yapılma iplere asıyorum kendimi. İstemezdi oysa o etimin kararmasını. Yorgun ve hevessiz olmamı istemezdi. Evcil bağdaşmışlıkların ayak sesleriyle gelen yatıştırıcılığın dağıldığı bir zelzele oluyor gelmeleri. Oysa ev bütün anlamlarıyla sakindir. Bütün köşelerinden tanır insanı. Evde olmak istemiyorum. Çalamadığım bir türküyü mırıldanarak geçiyorum köprüyü. Çocukken bütün akşamüstlerimi bir köprünün üstünde geçirmeyi dilerdim. Irmağın olanca kızıllığını akşamın olanca büyüsüyle birleştirmek için çok oldu evden kaçtığım. Geldiklerini duymamak için evden kaçtığım. Kendimi duymamak için evden kaçtığım. Sonuna kadar gidemeyeceğimi bile bile düşüyorum yola, ayaklarımı acıtana kadar yürüyorum. Orada olmadığıma inanana kadar yürüyorum. Orada olmamalıyım. Çünkü ev evcil bir bağdaşmışlığı çağrıştırıyor. Çünkü orada ben ellerimde kızıl çamur, gölgemin heykelini yapıyorum. Yıllar ilerledikçe geçer, zaman ilaç olup damarlarımda gezer sanıyordum. Varsıl yanılsamalar yapıştırdığımı sandığım bir kimlikle gezdiğim “o” şehir, ayaklarımı acıtmama değer sanıyordum. Şehirler geçti aradan, başka ayaklar geçti, geçmeyen öç alamama hissi. Geliyorlar, her gece her şeyi baştan yaşıyorum. Her gece elimde tuttuğumu, parmaklarımı olanca gücümle sıkıp elimde tuttuğumu sandığım hayatı kaydediyorum.
(Çoğalmayı, sabaha karşı iki kişi olmayı, sonra çok kişiyle sohbete durmayı, şaşırmayı, şaşırmayı, şaşırmayı, elimde tuttuğumu sandığım hayatın yerinde parmaklarımın avuç içimde açtığı yaralarla karşılaşmayı, can vermeyi, tütüne ve yasemine hayran kalmayı, dostlarım olduğu yanılgısına kapılmayı, geri dönmemecesine yürümeyi, evin asıl anlamlarıyla üstüme yıkılmasını seyretmeyi, tavanda oluşan izlerden hayatıma dair işaretler çıkarmayı, tek başına kalmayı, gölgemin heykelinin parçalanmasını, uyuyamamayı, uyuyamamayı..)
Geliyorlar, sırça tahtımı ezerek geçiyorlar göğsümün üzerinden. Kimse olmuyor, hissiz ve tekinsiz bir karaltı çöküyor şakaklarıma. Her şey uzaklaşıyor, ayaklarım eksiliyor yerden, dilim kenetleniyor. Yoğun bir çamur gölünün içinde çırpınıyor gibiyim. Gözlerimi açamıyorum, ellerim hareket etmiyor. Kollarım ve bacaklarım fersizleşiyor. Dünyadan soyutlanıyorum. İnsan bedenini saran en üst tabakanın kalp olduğunu fark ediyorum. Kalbimde bir sûreye uzanan hırıltılar; “minel cinneti vennâas”. Sırlarıyla bütün vücudumu kokuya sarmış bir öfke gibi ilerliyor zaman. Ne kadar zaman geçtiğini hiç bilmiyorum. Ne kadar asılı kaldım bu ârâf’ta, bilmiyorum. Kendime gelmem ateşin harlanması gibi. Sırtımı duvara dayıyorum ve bir noktaya kesintisiz bakıyorum. Telefon çalsın istiyorum, yan komşum seslensin, annem kahvaltıya çağırsın. Kimse yok- Yorgunluktan yerimden kalkamıyorum. Her şey uzak kalıyor, her şey bitişimsiz. Her şey uzak. Kimse olmuyor, kimseye anlatamıyorum. Bakmaktan gözlerim acıyıncaya kadar bakıyorum o noktaya. İçimden geçenleri anlamıyorum, içimden nehirler geçiyor, anlamıyorum. Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum. Yerimden kalkışım tüm kemiklerimin hizaya girmesi oluyor. Her şey uzak..

Ayaklarımda ilk yaraların açıldığı şu bozkır şehrinin küçük bir mahallesinde sarı sıcak bodrumlu ev dışında hiçbir yerde göğsümün genişlemeyeceğini artık biliyorum. Bulunduğum her yerden kaçıyorum. Her yer, gittiğim andan itibaren eskimeye başlıyor, insanın doğduğu andan itibaren yaşlanmaya başlaması gibi. Kavga etmek kaçmanın doğasında var. Gitmek için bir sebep bulunmalı her zaman. Yoksa uydurulmalı. Hayalkırıklığından başka bir şey bulamayan insan hayattan ne beklesin ki? İçinden otobüs geçmeyen şehirler yok artık çünkü. Çünkü yapabiliyor insan, çünkü gidebiliyor. Gitmenin bu kadar kolay olmasının nedeni de gelişen medeniyetimiz heyhat!

Önce kitaplarla başlıyor. Bir eve taşınırken de o evden taşınırken de önce kitapları düşünüyorum. Bütün bu kargaşanın müsebbibi olan kitapları. Okumanın da amacı bir şey öğrenmek değil. Okuyanın da okumaktan başka bir muradı yok. Ne demişti Mecnun “Ya Râb belâyı aşk ile kıl aşina beni”. Çünkü bütün bu bela karakteri oluyor bazı insanların. Benim, onların..    
            Odalara sığmaz olduğu vakitleri var insanın. Yanık bir türkünün peşine düşüp tabanlarını eskittiği zamanları var. Hayatı nihayete erdirmenin avuntuları taşınıyor ev ev, oda oda. Şehirler değişiyor, sokaklar değişiyor, evler, odalar, anahtarlar değişiyor. Arkada bırakılan her anıyla içindeki hicran nâmelerini gömmeye çalışırken, insan olmak adına direnmektir mekan değiştirmek. Zaten münzevi olanın saklanmaya çalışmasıdır yola düşmek. Hastalığın dermanını yollarda aramaktır. Bütün köprülerin atılması ya da topyekün hafızanın sıfırlanması ve belki göze değecek bir gözün hayali iken umulan, asıl kaynağın yani insanın ta kendisinin sabit kalması yolun da yolculuğun da sona ermesini engelliyor. Mekan değişse de insan sabit kalıyor. Kendinden kurtulmanın tek yolu ölmek çünkü. Bu ise gerçekten yürek istiyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder